23 Aralık 2012 Pazar

İşin içinde Latin kelimesi var ise ben de varım!


    Ben neden daha önce bundan bahsetmedim ki? Geçen yıl gittiğim enteresan sergiden bahsediyorum.Yani daha doğrusu bahsedeceğim.Aniden gerçekleşen bir eylem olduğundan yitip gitmiş aklımdan.Eski resimlerim arasında gezinir iken hatırladım..
    Nisan ayında tam 1 yıl olacak.Saatlerdir açık olan televizyonda bangır bangır yeni bir sergiyi tanıtıyorlar,dikkatimi çekmiyor,ilgilenmiyorum.Genelde sergiler dikkatimi çeker fakat o an aklım neredeydi hatırlamıyorum.Kafamı şöyle bir kaldırdığımda 'son gün bu pazar' diye geçen alt yazıyla karşılaştım ve algıda seçiciliğim sanki o gün algıda sıçıcılığa dönmüştü,meğerse tanıtılan o sergi latin amerikaya ait bir organizasyonmuş.Latin Amerika'dan Çağdaş Fotoğrafçılık Sergisi..Nasıl olur da kaçırırım böyle güzel bir etkinliği!Hem Latin,hem Amerika,hem çağdaş,hem fotoğrafçılık! Yeme,yanında yat.Ve şansıma tüküreyim ki,- belki de bu Allah'ın önüne fırsat koydum ama ilgilenmedin deme şekliydi- 5 dakika sonra program bitti.Nerede olduğunu,tam olarak ne içerdiğini öğrenemeden hayıflanarak oturdum bilgisayarın başına.Şanslıyız ki elimizin altında dünyanın tüm bilgileri saklı.Teşvikiye de Milli Reasürans Sanat Galerisi'nde sergilendiğini öğrendim,biraz konusunu araştırdım ve farklı ülkelerdeki fotoğrafçıların Latin Amerika daki yoksulluğu fotoğrafladıklarını öğrendim.Şimdi başlıkta da dediğim gibi işin içinde Latin varsa ben de varım felsefesinden yola çıkarak hemen sanat galerisini aradım ve çok şaşıracağım bir bilgi aldım.Sergiye giriş ücretsizdi,evet ücretsiz..Hoş,ücretli olsa da giderdim,bir kova burcu olarak en kutsal görevim aklıma esenleri hemen yapmak çünkü.Bedeli ne olursa..Ve evet,son gün 2 gün sonra,yani pazar günüydü.En yakın arkadaşımı arayarak ona yalvardım yakardım ve ikna ettim.Cumartesi günü iş çıkışı koştur koştur eve geldim,üstümü değiştirdim ve Teşvikiye'nin yolunu tuttum.
    Gittiğimizde belki de son günden 1 gün önce diye bilemiyorum hiç kimse yoktu.Üstelik fotoğraf çekmek de serbestti çünkü gittiğim her etkinlikten kalan bir anım olsun isterim,bundan daha önce de başka bir yazımda bahsetmiş olmalıyım.Belki de pek duyan olmadı çünkü bilboardlarda da hiç rastlamadım,gazetelerde falan.Fakat gayet enteresan ve değişik bir sergiydi.İyi ki de gelmişiz dedik arkadaşımla.Bizden başka kimse olmadığı için de rahat rahat gezindik uzun süre takıldık.Hemen hemen her sergide bulunan misafir defterinin neredeyse boş olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.Böyle şeylere ilgili olduğum için ben de mi var bir tuhaflık yoksa kimse ilgilenmediği için onlar mı tuhaf buna da şaştım kaldım.
   Üzerinden 1 yıl geçmek üzere evet ama bence blogumda bu -pek farkedilmeyen- sergi de olmalıydı.O zamanlar neden yazmamışım hiç hatırlamıyorum,demek ben bile farkedememişim :) Ani bir heyecanla gittiğimizden ve belki de kimse ilgilenmez diye düşündüğümden olsa gerek ama hata yapmışım.Bir daha böyle hatalar yapmamak için kendime not düşerken ; o güzel,sakin,farkedilmeyen ve gittiğim için kendimi mutlu hissettiğim anlardan fotoğraflar gelsin.. Böyle ilginç şeylerin de devamı gelsin :)
                                     







                                            yukarıdaki fotoğraf,içinde yaşam olan bir ev.


10 Aralık 2012 Pazartesi

Çirkin.

   
      İstanbul Devlet Tiyatrosu bu dönem,yine her dönem olduğu gibi birbirinden harika oyunlarla başladı.Başladı dememe bakmayın 2 ay oldu başlayalı fakat ben sezonun ilk oyununa 2 ay rötarlı gittim.Bu yüzden benim için daha yeni başladı.Evime en yakın yer olan Cevahir Sahnesine gittim koşa koşa Çirkin isimli oyun için.Daha önceki işlerinden de tanıdığım Tolga Evren vardı baş rolde.İlk kez izliyordum onu sahnede.Ne kadar da geç kalmışım meğer! Nasıl bir oynamaktır öyle,resmen ellerim acıdı o nu alkışlarken.Diğer oyucular da tabii ki harikaydı.Hepsi birbirinden profesyonel 4 oyuncu..Oyun için zaten söyleyecek söz bulamıyorum.Nasıl anlatsam nasıl yazsam da o güzelliği yaşatabilsem yazımla diye düşündüm durdum başlamadan önce fakat sonra akışına bırakmaya karar verdim.
    Çirkin bir yüze sahip olan Lette'ye daha önce kimse ne denli çirkin olduğundan bahsetmemiştir.Ve gün gelir icat ettiği ürünü tanıtması gerekir fakat patronu çirkinliğinden ötürü tanıtıma onu değil asistan olan Karlman ı göndermek istemektir ve Lette bu sebeple ne kadar çirkin olduğu hususunda düşünmeye başlar daha doğrusu farkındalığı oluşur.Evine,karısına gittiğinde karısı da ona, oldukça komik bir dille ne kadar çirkin olduğundan bahseder ve olaylar gelişir.Lette soluğu estetik cerrahta alır ve yepyeni bir yüze bürünür. Ama ne bürünme! Herkesin onun için delirebileceği bir yüze sahip olmuştur artık,özgüveni tavan yapar,kapısında 1 değil 2 değil tam 25 kadın -ki oyunda bu bir hayli komik bir dille anlatılıyor- bekler,patronu amadesi olur ve daha bir sürü eğlenceli şey.İşler,estetik cerrahın herkesin yüzünü aynı şekilde yaptığını öğrenmekle ve dışarıda  Lette nin yüzüne sahip diğer erkeklerin dolaşması ile tadından yenmez bir hal alıyor.
   Gelelim diğer şeylere,öncelikle ve kesinlikle Tolga Evren in oyunculuğu...Kendisini Van Devlet Tiyatrosunda görev yaparken rol aldığı bir diziyle tanımıştım.Oyunculuğunun mükemmeliği su götürmez bir gerçek ama sahnede izlemek bambaşka.Bu kadar profesyonel olunur ancak! Yazının başında da dediğim gibi diğer oyuncular da elbette öyle ama özellikle oyunun sonlarına doğru asansör aynasında kendi kendine konuşması nasıl çaba harcadığını gözler önüne seriyor ve tüm alkışları hakediyor.Oyun sırasında seyircilerden birinin telefonunun çalmasıyla - ki böyle terbiyesizlikler maalesef hala devam ediyor yani madem tiyatroya geliyorsun bir zahmet kapatıver olmadı sessize al be insan evladı- Tolga Evren in susması ve beklemesi ne kadar da profesyonel olduğunu bir kez daha,bir kez daha açıklıyor..
   Oyunda tüm oyuncuların 2 karakteri birden oynaması şimdiye kadar tiyatroda görüğüm en eğlenceli şeydi.Seyirciyi resmen hayal alemine daldırıyor.Lette nin evde karısı ile konuşurken birden ani bir geçişle ona sulanan 70 lik bayanın yanında oluvermesi yani nasıl anlatsam ki görmeniz gerek,böyle bir oyun izlememiştim daha önce.Nasıl da çaba harcıyor bütün oyuncular inanın izlerken anlayabiliyorsunuz.Şamil Kafkas'ın hem Lette nin arkasından iş çeviren iş arakadaşının hem de yeni Lette ye sulanan 70 lik kadının gay oğlunu oynaması,o aradaki geçişler,hani derler ya eskiler takdire şayan diye işte tam o hesap.Bol kahkaha da cabası.
   Ve beni en etkileyen nokta.. :) Oyunda Tolga Evren yani Lette sahip olduğu yeni yüzle gururlanırken sunum yaptığı insanlara (yani bizlere) sahnenin en kenarından 'Buradan çıkışta içinizden birini bara götüreceğim' dediğinde  salon gülmeye başladı.Tolga Evren yani Lette ise 'gülmeyin,ciddiyim!' diye devam etti.Ve işte o an ben eridim efendim eridim.Ben ben! diye elimi kaldıracaktım ah ahh :) Kendisine hayran olmamak elde değil,ses tonu zaten bir harika.. :)
    Bu oyun hakkında inanın daha sayfalar dolusu yazabilirim fakat sonlandırmam gerekirse oyun bittiğinde tüm salon alkışlarken oyuncuların bir türlü gidememesi çok gönülden bir harekketti.Biz alkışlıyoruz onlar gitmeye yelteniyor sonra dayanamayıp yeniden sahneye dönüp selam veriyorlar sonra biz daha hızlı alkışlıyoruz ve Tolga Evren diğer oyuncuların kollarından tutup,gülerek ve minnetle  yeniden sahneye dönüyorlar ve biz daha da daha da hızlı alkışlıyoruz. Ne kadar da şanslılar tiyatro oyunculuğu gibi muhteşem bir meslekleri oldukları için.
  Gidin,Çirkin i,Tolga Evren i diğer oyuncuları siz de alkışlayın,buna değerler :)

                                 Tiyatroyu çok hem de çok seviyorum!

16 Ekim 2012 Salı

Sen Hiç AÖF Sırasında Bekledin mi 5 saat?

    İşte bir Türkiye klasiği daha..Bu dertten muzdarip olmayan şanslı kesim bilmez, anlamaz neden yazıma 'bu dert' diye başladığımı.Çünkü bu bir dert!
   2 yıl önce Bilim Üniversitesinin geleceğin mesleği olarak gösterilen fakat aslında son derece boktan olan hastane yönetimi bölümünden mezun oldum.Mezun olmaz olaydım ve hatta o bölümde hiç okumaz olaydım ,bu apayrı bir konu bugün buna değinmeyeceğim çünkü kendime bir dokunursam bin ah edebilirim.Gel gelelim ki bu memlekette değil önlisans mezunlarını,isterse yüksek lisans yapsın yine de arkanda dayın baban amcan olmadıkça  adam yerine koymuyorlar benim kanaatim.Farklı düşünen varsa o da haklıdır tabii.Arada çıkıyor kendi başına güzel yerlere gelenler,lafım yok,maşallah.Bu sebeptendir ki açık öğretim belasından yakamız kurtulmuyor bir türlü.Ay yok lisansa tamamla,ay yok ikinci üniversite yap,zart yap zurt yap.Ebemizin hali hatırı bir güzel soruluyor sağolsunlar.
Geçen yıl bende lisans yapmak için -çünkü kendimi bildim bileli akademisyen olmak isterim ve bunun için lisans+ yüksek+ daha bilmem kaç şey gerek- açık öğretim fakültesine başvurdum.Okuduğum bölümden maalesef lisans yapmak için sadece işletme ve iktisata geçiliyordu ve ben daha önce uşak üniversitesi işletme kazanıp gitmediğimden işletme okumak istemedim,aksi halde vicdan azabı çekecektim boşa geçen 1 yılım için.Bu nedenle istemeye istemeye iktisata geçtim.Geçen yıl 1 saatte halletmiştim işimi.Gelelim bu yılaa..
Sıtkım sıyrıldı deyimi dün tam anlamı ile bende yerini buldu.Bu sene değişen müfredat yapılan yenilikler derken nihayet hastane yönetimi bölümüne lisans için başka bölümler de eklenmiş,çeko,maliye,kamu yönetimi ve uluslararası ilişkiler gibi.Ben de hemen bu fırsattan yararlanıp bölüm değiştirmek için tuttum aöf aksarayın yolunu..Tutmaz olaydım.Bu nasıl bir kuyruk böyle Allahım? Son gün değil de üstelik.Neredeyse 100 talihsiz genç sabahın 9unda o kuyruğu oluşturmuş,buradan hepsini de tebrik ederim.
Yanlış kuyrukta beklediğimi 1 saat sonra farketmem,sürekli o daracık yoldan geçen otomobillerin yüzünden iki de bir kenara balık istifi olmamız,gergin sinirler,kulağa takılan kulaklar yüzünden -ki o kuyruk müziksiz felaket olurdu- çalınan kornaları duyamayış ,itiş kakış,giden sistem hatta -fuck the system- yapılan yeni kayıt kuyruğu,bağırış çağırış,kayıttan sonra 1 saat beklenen onaylanmış zamazingolar,daha sonrasında yarım saat çekilen kitap kuyruğu!Re-za-let! Bir an 'okumuyorum kardeşim aöf sine de lisansına da ,zengin koca bulup evlenmek en mantıklısı diye bağıracağımdan korktum.Ki zaten bence o kuyrukta o kadar saat beklenince koca da bulunur yani.Malum milletle arkalı önlü 5 saat dipdibe bekliyorsun.Bazıları işlerini bitirip giderken diğerlerine 'görüşürüz' dedi,bana da diyenler oldu.Nerede görüşeceğiz evladım? Düşünün yani o kadar samimi olduk.Espriler şamatalar da olmadı değil sanırsın ki 10 yıllık arkadaşım her biriyle.Hatta bir ara arkamdaki çocuk bana bizim tayfa nerede dedi.O denli.Merak da ettim hani bu kuyrukta sevgili yapan da vardır eminim,e tabii hoş veletler de vardı.Neyse konumuz bu değil.Konumuz eğitim öhöm öhöm.
Size daha komik bir şey anlatayamı mı?
Kitap sırasını beklerken kağıtları toplayan beyefendi sıranın sonuna kadar gidince ,içeride kitapları dağıtan diğer beyefendiler kağıtların gelmesini beklediler,biz de bekledik doğal olarak.Tabii bu kağıt toplayıcı -bu da şey gibi oldu roland garrosta top toplayıcı gibi- arkada muhabbete dalınca bende kendimi adama dalmamak için zor tuttum ve yüksek sesle,tamam biraz bağırmış olabilirim,orada neden oyalandığını sordum.Ve kağıt toplayıcı -bu biraz kaba bir tabir oldu sanırım ama ona ne denir başka bilemedim- bana gayet sakin şunu sordu: 'Acelen mi var?'
Yavru ceylanım ben sabahın 9undan öğlenin 1buçuğuna kadar aç biilaç beklemişim o sırada yok tabii acelem ne olsun,işte eve gidip bir kaç akrobasik hareketler yapacağım malum o kadar saat ayakta bel dayanmaz ha bir de şanslı isem bayılmadan eve gitmem gerek tabii açım ya hani yoksa ne acelem olsun yahu ,ah sen de aşkolsun şekerim.
Enteresan bir toplumuz.Gençler harap ve bitap halde.Ama sorarsan eğitim sistemi 10 numara 5 yıldız.Adalet süper,herkes eşit,herkes mutlu.Denizler temiz,yollar düzgün,tarihi eserler süper bir koruma altında.Sanata saygı sonsuz.Güzel ve yalnız ülkem.Seviyorum seni.

8 Ekim 2012 Pazartesi

6.Beyoğlu Sahaf Festivali

         Merhabalar yeniden.Neredeyse 3 haftadır yazamadım.Fakat yine çok güzel bir etkinlikle döndüm.Sahaf festivali! Ne kadar eğlenceli değil mi? Geçen yıl çok istememe rağmen gidememiştim,vakit bulamamıştım,içimde kalmıştı.Bu yıl nihayet vakit yarattım ve gittim.İnanılmaz bir atmosfer! Düşünsenize adım attığınız her yer kitap..
         Trt binasının hemen yanında festival,ki herkes bilir zaten.Bu gibi durumlarda evim Beyoğlu'na yakın diye o kadar mutlu oluyorum ki.Yeri gelmişken söylemek de gerek sayın Topbaş,Beyoğlu'nu Sultanahmet gibi yapacağız diye bir demeçte bulunmuş.Anlayamıyorum.Bu zihniyete anlam veremiyorum!Neden Beyoğlu Sultanahmet gibi olsun ki? Hayır illa istiyorsanız Sultanahmet Beyoğlu gibi olsun.Ya da Topbaş akıllı olsun! Beyoğlu Beyoğludur.Ötesi yok.Niye herşeyi değiştirmeye çalışırlar,yazık.İstanbul'un sanatsal etkinliklerinin ortak noktası olan yegane yerlerden birini değiştirmek düpedüz aptallık.Geri kafalılık.Nerede görülmüş böylesi? Neyse,sakin olursam güzel festivali de anlatabileceğim eminim.Evet,çünkü ben buraya kızgın şeyler yazmayacağım.Bu nedenle üst satırları reklam arası niteliğinde verip yeniden başlıyorum anlatmaya..
     Festivale girişte kocaman afişler karşılıyor bizi tabii ki..Adeta 'hadi gelin ve bana yaslanıp fotoğraf çekinin' diyor :) Şunun gibi:
 

İçeri adım attığımızda ise beyaz taşlarla kaplı yelerden geçip karışıyoruz festivale.İnanılmaz kelimesini sık sık kullanabilirm bu yazıda.Çünkü gerçekten öyle! Ortaya bir de cafe tarzı ambiyans oluşturmuşlar,eğer vaktimiz olsaydı biraz orada oturmak isterdim fakat kendimi kitaplara kaptırdığımda bunun mümkün olmayacağını anladım. Eski gazeteler,karikatür dergileri,plaklar,tabii ki kitaplar,dergiler,her şey! Her şeyi orada bulabilirsiniz eğer yeteri kadar yer gezerseniz.Fakat üzülerek söylüyorum ki,geçen yıl gitmek isteme amacımda o kitap içindi,bu yıl da ,geçen yıl gidemedim ama bu yıl gittiğimde bulacağımdan emindim.Öyle olmadı.Bulamadım.Oysaki Epsilon yayınlarından çıkan Fatih Türkmenoğlu'nun yazarlığını yaptığı,3 Kuruş Fazla Olsun Kırmızı Olsun ve Amerikan Rüyası Tabirleri kitaplarını bulamadım.Üstelik geçen yıl Epsilon yayınlarını kitabı bulamadığıma dair aradığımda bana sahaflarda bulabilirsiniz demişti telefonda görüştüğüm kişi fakat öyle olmadı.Bulamadım.Her sahafı dolaştım festivalde ancak o kitapları bulamadım ve bu da beni gerçekten üzdü.Ben de başka kitaplar aldım :) Üstelik D& r da 25 TL olan kitap orada 3TL,özellikle öğrenciler cennete düşmüş gibi hissetmiştir bence.
O kadar da kalabalıktı ki tahmin edersiniz zaten.O kalabalıkta arkadaşımla bir ara kaybettik birbirimizi.Ve sonra birden yanımda bitiverdi.Ona 'beni bu kalabalıkta nasıl bulabildin?' diye sorduğumda ise aldığım cevap sanırım size herşeyi özetler: 'Fatih Türkmenoğlu'nun kitapları var mı? diye bağıran sese yöneldim.'
Ha bu arada,son zamanlarda Orhan Gencebay ın şarkılarının yeniden yorumlanmış halleri pek moda.Benim favorim elbetteki bir Tarkan hayranı olarak Tarkan,diğerleri de çok güzel tabii ancak son 1 haftadır -hatasız kul olmaz- diye diye dolaşıyordum ve festivale adım atar atmaz elime aldığım ilk kitabın ön sözünde şunu görmenin bence tesadüfle bir alakası olamazdı,bence bu bir işaretti :)
                                      
                                                Ne kadar eğlenceli değil mi?
                                                    Evet ,işte günün özeti bu :)
                Festivalleri severim,hep sevmişimdir ve hep seveceğim.Gönül ister ki bir gün Cannes a da  katılabileyim.Kitapları da severim,hep sevmişimdir ve hep seveceğim ve yine gönül ister ki bir  gün güzel bir kitap yazabileyim :)
Son olarak da festivalden bir kaç fotoğraf paylaşıyorum ve diyorum kii I LOVE BEYOĞLU!
 
 
 
 
 
 

16 Eylül 2012 Pazar

The Newsroom


2003 yılından 2010 a kadar sıkı,hatta deli bir cnbc-e izleyici idim.Ben de her Türk ergeni gibi en dolu yıllarımı cnbc-e kafasıyla yaşadım.2010 yılında maalesef iş hayatına atıldım ve birden bire farketmeden uzaklaştım cnbc-e den.Fakat şöyle de bir gerçek var,bizim zamanımızdaki diziler sanki daha mı iyiydi ne? The O.C nin,Gilmore Girls ün,Scrubs ın,Chuck ın,One Tree Hill in,ER ın,X files ın üzerine,Game of Thrones gibi güzel dizileri şimdilerde var olsa da pek iyileri gelmedi sanki,bilemiyorum belki de benim kuruntum.İzlemeyi bıraktığım son 2 yıl içinde The big bang theory ve how i met your mother dışında pek bakmaz olmuştum.Gossip girlü zaten O.C nin çakması olarak görüğüm günden beri bırakmıştım cnbc-e yi,biliyorum hala güzel dizileri var fakat dedim ya uzaklaştım işte bir şekilde.Belki de bunda artık çok popüler olmasının ve kafası bulanık ergenlerin cnbc-e izliyorum diye övünmesinin de payı büyüktür.Bizim zamanımızda cnbc-e izlemek daha farklıydı,daha sakindi.
Ve ne olduysa bu ağustosun ortalarında oldu.O fragmanı izlediğimde nefesim tutuldu.İşte bu dedim! Beni yeniden cnbc-e ye döndürecek dizi olsa olsa bu olur! The newsroomdan bahsediyorum.Eylülü bekledim.Telefonumun hatırlatmasına notlar aldım.Ve nihayet dün akşam 22:00 de oturdum uzun bir aradan sonra (sit-com izlemek için oturduğumu saymazsak) cnbc-e nin karşısına.Hızlı diyalogları olan dizilere oldum olası bayılmışımdır.O hızlı diyaloglar bir de zekice sözlerden oluşuyorsa yeme de yanında yat! Tuttum efendim ben bu diziyi.Haber kanalı,haber spikeri,sanırım duygusal ilişkiler ve daha bir çok olaylar.Resmen nefesimi tuttum izlerken.Eğlenceli de üstelik.Yalnız dikkatimi çeken şey 22:00 de başlayan dizi 23:17 de bitti. 'Cnbc-e ne zamandır dizilerini 1 saatten fazlaya çıkarmış?' diye mesaj attım bir arkadaşıma.İzlemeyeli değişmiş demekki çünkü en uzun dizisi 40 dakikaydı eskiden.21:00 de başlayan dizi 21:50 de biterdi ya da taş çatlasın 22:00 de.Belki de ilk bölüm diye böyle oldu,belki de cnbc-e de artık 40 dakikaya sığdıramaz oldu dizileri.Olsun,neyse.Ben geri döndüm cnbc-e ye,the newsroom sayesinde.Bundan böyle pazarları kapalıyız.
Ha,söylemeden geçemeyeceğim Jim Harper rolündeki oyuncu John Gallagher a da desibeli yüksek övgüler attım içimden.Sanırım ufaktan hoşlandım da.Margaret la da sevgili olurlar kesin ilerleyen bölümlerde demedi demeyin.Şimdilik bu kadar,iyi hafta başları hepinize.The newsroom zekice,akıcı ve oldukça eğlenceli bir dizi.Hemen başlayın derim.

10 Eylül 2012 Pazartesi

Woody nin Paris i.

64.Cannes Fil Festivali'nin açılış filmiymiş Midnight in Paris.Yeni duydum.Oysaki bu film henüz çekim aşamasındayken ilgilenmeye başlamıştım.Gazetede Sarkozy Carla Bruni için setten ayrılmıyor başlıklı bir haber okumuştum 2010 yılında.Woody Allen ın çektiği Owen Wilson ın oynadığı filmin konusu hakkında hiç bir fikir edinememiştim oysaki.Halbuki fisrt lady nin sahnesi o kadar az ki..Keşke bu haberle değil de başka bir haberle ,ne bileyim konusuyla falan aklımda kalsaydı.

Neden izleyemedim şimdiye dek inanın hiç bilmiyorum.Ama ben böyle şeyler için genelde 'kısmet' kelimesini kullanırım.Demek ki şimdi izlemem gerekiyomuş.Size bir sır vereyim mi? Emin olun,herşeyin bir sebebi var :)
Gelelim beni yazmaya itecek kadar heyecanlandıran bu güzel filme.Biliyorum çok geç kalınmış bir yazı fakat belki hala benim gibi farkına varmamış olanlar vardır.
Kahramanımız Gil,nişanlıysa birlikte kısa bir Paris gezisi için bulunur o güzel şehirde.Yazar olmaya çalışan bir yazardır(!) Bir gece nişanlısı ve onun arkadaşlarıyla yemekten ayrıldığında otele gitmek istediğini onlara katılmak istemediğini söyler,taksi de tutmaz,yürümek ister.Ve bu isteği ona muhteşem şeyler getirir.Kaybolur ve akabinde kendini 1940 lı yılların ihtişamlı partilerinden birinde Ernest Hemingway,Scott Fitzgerald,efendime söyleyeyim Pablo Picasso gibi insanların arasında bulur.Serüven devam eder iken kitabını Hemingway a okutma şansı bile bulur.Adrian Brody nin parmakla gösterilecek  Salvador Dali performansı ise harikulade dakikalar yaşatır.En azından bende yaşattı.Hayal alemine yaptığı bu soluksuz yolculuğu nedeniyle elbetteki hayatı bambaşka bir yola sürüklenecektir.Senaristin hayal gücüne yazısına kalemine hayran kalmamak mümkün değil.İzlerken Gil i kıskanmamak da..Ah işin bir de Marion Cotillard cilvesi var..
Beni çok eğlendiren,bana yeniden yağmuru sevdiren ve Amerikan edebiyatına ilgi duymamı sağlayan bu filmin önünde saygıyla eğilirken mutlaka herkesin izlemesi gerektiğini söylüyorum.Daha ne diyeyim? Teşekkürler Woody Allen..

8 Eylül 2012 Cumartesi

Barış abi.


İstanbul da yaşıyorsanız ve hala Moda ya,bırakın sahilini caddesini,Moda ya Barış Manço ya ziyarete gitmediyseniz büyük bir hata yapmaktasınız.Öyle sanıyorum ki Barış abiyi herkes sever.Zira sevmeyen var ise duygularından şüphe ederim.Uzun zamandır aklımdaydı Barış abi yi ziyaret etmek.Fakat avrupa yakasında oturduğum için ve bizim deyimimizle karşıya geçmek o muhteşem levent zincirlikuyu trafiğiyle birlikte neredeyse 1 günü aldığı için hep ertelemek zorunda kalmıştım.En nihayetinde vakit yarattım ve Kadıköy Moda ya gittim.Bu Kadıköy e ilk gidişim olmakla birlikte pek de sevdim Moda yı.Sora sora Bağdat bulunur felsefesi eşlik etti o gün bize.Zaten bir hayli de kolaymış.Kime sorsak 'tramvay yolunu takip edin' cevabını aldık.Ki o tramvay yolu bana San Francisco yu da hatırlatmadı desem yalan söylemiş olurum.Bir tek aşağı yolda okyanusumuz eksikti.Belki de ben çok fazla film izliyorum,bilmiyorum.
Modaya vardığımızda tabeleda şunu gördük ve sevinçten zıplamak üzereydim


Kendimizi sokaktan aşağıya verdik ve en fazla 100 adım kadar gitmiştik ki işte karşımızdaydı!
İnternetten araştırdğım için hemen tanıdım evi.İşte burası,geldik dedim  ve nedense bunları sessizce söyledim,oysaki daha kapının dışındaydık.İçeri bile girmemiştik oysaki.Saygıdan mı sevgiden mi heyecandan mı hala hatırlamıyorum.
İçeri girdiğimiz andan itibaren fonda çalan Barış abi şarkıları büyüledi bizi.O evdeydik.Barış Manço nun evindeydik.Muhteşem bir duyguydu.
Hemen sağda girişte bizi öldüğü gece masanın üzerine bıraktığı telefonu ve anahtarlığı karşıladı.Hüzün dolu bir yolculuk olacağını o dakika anlamıştım.Ajandasına baktığımda yanındaki not şaşırttı beni. 'Barış Manço asla küçük harf kullanmazdı.' Evet gerçekten de öyleydi.Bütün yazıları büyük harfle yazılmıştı.Takıları,kravatları,elbiseleri,çizmeleri,notaları,yazlık-kışlık bahçe,kurtalan ekspres ,resimler ,ve daha bir sürü şey..
Tarif edilemez.Kesinlikle..

İşte geri kalan kısımlarını da fotoğraflarım anlatsın.Ha,unutmadan,üstelik giriş ücreti oldukça ve oldukça uygun.Gitmeyeni dövüyorlar dedirten cinsten.Öğrenci 3 tl,tam 5 tl.Gidin derim.Üst kata Doğukan Manço nun odasına kurulmuş o ambiyansı ve açık televizyondan aralıksız yayın yapan 7den 77 ye yi bir müddet o evin içinde izleyin derim.Gidin derim.Barış abi ye bir adım daha yaklaşın derim.


31 Ağustos 2012 Cuma

Beynini şaşırt!

Ntv de yayınlanan ve Alpay Erdem in muhteşem performansı ile izleyiciye sunduğu 2 teker 1 yer programının bayram günü yayınlanan bölümünde İzmir vardı.Alpay Erdem İzmir de çevirdi pedallarını.Ve programın ilerleyen bölümlerinde Ege Üniversitesi profesörlerinden bir bayanla kısa bir röportaj yaptı.Bir bayan diye bahsediyorum kendisinden utanarak çünkü ismi aklımda değil.Fakat bahsettikleri şeyler olanca gücüyle zihnimde.Beyinden bahsediyorlardı.Profesör kadın aynen şu kelimeleri kullandı:
''Beyin çok tembeldir.Tembelliği ve monotonluğu çok sever.Bu nedenle onu şaşırtmak ve harekete geçirmek gerekir.Bu durduk yerde yüksek sesle şarkı söylemek olur,geriye doğru yürümek olur..Bu tarz işlemlerde beyin şaşırır ve kendini toparlar,bu sayede dinç kalır.''
Evet,aynen buydu bahsettiği.Bence son derece gerekli bir bilgiydi.Öğrendiğim gerçekten çok iyi oldu.
Artık durduk yerde bağıra bağıra şarkı söylemek içn hiç bir engel kalmadı.Zaten bu tarz bir eylem rahatlatıyor da insanı.Geri geri yürümeyi henüz denemedim fakat birden yüksek volümle çığlık atmak - ki zaten alçak volümle çığlık atmak diye bir şey yok- ya da durup dururken bağırarak şarkı söylemek için hiç bir engelim kalmadı.Üstelik bahanem de var! Beynimi çalıştırıyorum!
Daha öğreneceğimiz ne bilgiler var,ne hazineler.
Mesela 2 gün önce anne karnındanki bir bebeğin dokusunun ve beyninin aynı hücreden oluştuğunu ve bu nedenle bütün cilt hastalıklarının psikoloji ile ilgili olduğunu öğrenmiştim.Enteresan şeyler dolu bu evrende azizim! Okumak lazım.
Cahille laf yarıştıracağına alimle taş taşı.

30 Ağustos 2012 Perşembe

Türvak


Fotoğraf çekmenin yasak olduğunu girişteki bilet satan kızdan öğrendiğimizde yanımdaki arkadaşımla birbirimize üzgün bir bakış attık.Ama neden diye nafile sorularla kızı bunaltsak da anlamalı insan bir nebze.İnsanlar gelsin ve meraklarını öyle yensin diye düşünüyorlar.Fakat bence yanlış düşünüyorlar.Çünkü ben ve arkadaşım tüm güvenlik kameralarını hiçe sayarak,sanki kapıda bize 'fotoğraf çekmek yasak' diyen kızı hiç duymamışcasına her köşede en az 5 resim çektik.Çok da iyi yaptık.Neden? Çünkü bu sayede daha çok insan tanıdı ve o resimlerin şahaneliği karşısında gitmeden yapamadı.İnanın,ben bu resimleri yükler yüklemez mesajlar üst üste gelmeye başladı.Herkes oranın nerede olduğunu öğrenmek istiyor ve gitmek istediklerini belirtiyordu.Ben de herkese büyük iştahla cevap verdim.Herkes gitmeli tabii ya! Ve bana gelen geri dönüşlerle 4 arkadaşım benden sonra oraya gitmişti,yani ben onlara kazandırmış oldum bu bağlamda.Bence resim çekmek yasak olmamlı azizim der yazıma başlarım :)
Katlara çıkmaya başlar başlamaz sarıyor içinizi 70 li yıllar.Her katta fonda başka bir Türk filmi müziğinin çalması ve sadece yürürken yerdeki tahtalardan çıkan ayak sesleri eşliğinde harika bir yolculuk daha bizi bekliyordu.Galatasaray lisesinin 100 metre kadar aşağısında,Tophaneye inen o daracık sokağın sağında kalıyor Türvak.Türker İnanoğlu Vakfı.
Pek güzel düşünmüş sevgili Türker İnanoğlu.Oradaki atmosferi tasvir etmek imkansız.Bunları yazarken kulağıma o müthiş sessizliğin içindeki hafif tonda çalan Yeşilçam müzikleri geliyor,huzur doluyorum.Her katta farklı şeyler var.Bir katta siyah-beyaz resimler,tüm Türk oyuncularının portreleri,karikatürler,tiyatro enstantaneleri sergilenir iken,diğer katta o yıllarda kullanılmış film çekim aletleri,mikrofonlar ,spotlar ve daha bir sürü şey.. Başka bir katta sadece afişler var iken nefesimizi kesecek olan şey usta oyuncuların bal mumundan yapılmış heykelleri..Katta gezinirken bir kapıdan girdim ve karşımda koca heybetiyle Ayhan Işık ı görmek bir kaç saniyemi sildi hafızamdan.Kalakalmamak elde değil! Büyük yeteneği bir başka büyük yetenek perçinlemiş ve olanca gerçekçiliği ile karşımıza sunmuştu.Duygulanmamak elde değildi.Belgin Doruk,Hulusi Kentmen,Yılmaz Güney,Hüseyin Baradan,Kemal Sunal,Vahi Öz,Adile Naşit,Sadri Alışık... Bu kadar mı gerçekçi olur! Oraya gidip,o atmosferi tadıp da gözleri dolmayan bir Türk evladı varsa beri gelsin diyorum ve fotoğraflar anlatsın biraz diyerek çekiliyorum.Ben yinede sevgili Türvak çalışanlarına saygısızlık etmemek için - ki milyon tane resim çekerek çıkışta yüzlerine bakamadık fakat buna mecburduk- çok fazla resim yüklemiyorum.Gidin,görün efendim.
Sevgiler.





Salvador Dali

Tophane-i Amire deki o uzun kuyruğu beklemeye değer miydi diye sorduğumda,her seferinde milyon kez değerdi cevabını buluyorum.Aylar öncesinden billboardlara afişleri asıldı,gazetelerde sayfa sayfa haberleri çıktı.İstanbul da yaşamanın en güzel nimetlerinden biri! Salvador Dali tüm deliliğiyle Tophane ye,İstanbul a,ayağımızın dibine gelmişti.Gitmemek bir Salvador Dali hayranı olarak ayıp olurdu.Öyleki balığımın bile adını Salvador koymuş iken,bu muhteşem efsaneyi ziyarete gitmemek belki de günah derecesindeydi kendi adıma.
Galatasaray lisesinden aşağıya uzanan yolu heyecanla yürüdük.Köşeyi döndüğümüzde gördüğümüz manzara bir anlık şok yaratsa da ne bekliyorduk ki zaten! Dali bu! Elbette o denli bir kuyruk olacaktı.Bizim tek sorunumuz akşam vakitlerinde gitmiş olmaktı.Saat 4 gibi oradaydık ve 1 saat kuyruk bekledik.Nihayet içeriye adım attığımızda nereye koşacağımı şaşırdım.

İşte o kalabılığın uzaktan bir resmi.İnanın 1 saat sıra beklemek daha önce hiç bu kadar zevkli ve heyecan dolu olmamıştı.Sanki girişte bizi Dali o muhteşem bıyıklarıyla karşılayacak gibiydi.Belki de oradaydı Dali,hatta belki değil şüphesiz ruhu oradaydı.
Giriş kapısının hemen yanında dev ekranda hayatını izleme şerefine nail olduk.Zaten ben daha önce cnbc-e de yayınlanan kısa bir filmde izlemiştim fakat o atmosferde izlemek daha egzotik geldi nedense.

O kuyruğu aşıp şu bileti elime aldığım an mutlaka resmini çekmeliyim dedim.Dali nin hayal alemine bir bilet. Resmen 'one way ticket to the moon' misali.
Nefes kesen,bana kendimi büyülü şeylerin içinde hissettiren ve Dali ye daha da yakınlaştıran o muhteşem sergiden işte bir kaç fotoğraf..
 




 
En güzeli de diğer bazı sergilerde olduğu gibi fotoğraf çekme yasağının olmamasıydı.İnsan bir anı istiyor neticede.Koskoca Salvador Dali ayağımıza gelmiş,elbette ki resim çekme işini abartacağız :)
Dilerim seneye de gelir.
Dali güzeldir,kan yapar.

Pragma

Güzel oyunlar seyretmek,nefes aldırıyor insana bu İstanbul karışıklığı içinde.Yani en azından ben böyle düşünüyorum.
Nisan ayının ortalarındaydık.İKSV nin düzenlediği festival vardı Cnn Türk de.Onun başlamasını beklerken kanalları geziyordum.Trt Türk kanalında 'Bidünya tasarım' programına denk geldim.Böyle muhteşem denk gelişler bana kader i hatırlatır.O akşam televizyonun karşısında olmam ve can sıkıntısından kanalları gezinmem buna işaret,evet.Çünkü ben pek fazla kanal dolaşmam.İzlemek istediğim belli başlı şeyler vardır.Açarım ve bitene kadar orada kalırım.
O akşam İKSV festivali olmasaydı eğer,yani böyle bir sebep olmasaydı belki de hiç rastlamayacaktım.O programı da daha önce hiç izlememiştim.Ve şansıma -hayır bence kaderimdi- Pragma oyununu tanıtıyorlardı. Muhteşem bir yerde.. Sonradan buranın garajistanbul olduğunu öğrendim.İzlerken öyle etkilenmiştim ki İKSV yi unuttum gitti!  Buğra Gülsoy karşımda konuşuyordu,kendi kurduğu tiyatroyu,Pragma oyununu,sahneyi,dekoru,replikleri,seri katilleri..Herşeyi harika bir sakinlik içinde anlatıyordu.Yalnızca o değildi konuşan,diğer oyuncular da konuştular.Herkes karakterini,o karakter olmak için nasıl çalıştıklarını anlattı.Etkilenmemek elde değildi! Farklı zamanlarda yaşamış 4 seri katilin (Ted Bundy,Richard Ramirez,Albert Fish ve Andrei Chikatilo) aynı zamanda yaşadıkları düşünülmüş ve üstelik bu da yetmezmiş gibi hepsi aynı hücereye hapsedilmişti.Entresan değil de ne? Suç psikolojisini uzun zamandır incelediğini söyledi Buğra Gülsoy.
Dikkatimi çeken bir başka şey ise sahneydi.Bu salon diğer tüm salonlardan farklıydı.Sahne bir fanus,hücre.Seyirciler dört bir yanda.Resmen oyuna dahil gibi..Seyirciye,katilleri dışarıdan izleyen insanlar rolü veriliyor. Ki öyle de..
Program içimde işledi.Tam yerinde ve tam zamanında rastladım,kader dediğim gibi.
Bir sonraki gün iş arkadaşımın aklına girip garajistanbul u aradık ve o hafta oyuna gitmek için yer ayırttık.Heyecandan günleri sayamıyordum.Zaten oyunun da son 2 haftasıymış.Hemen o hafta gittik.Garajistanbul a daha önce hiç gitmemiştim fakat kolay bulduk.O meşhur Ara cafe nin hemen aşağısında,büyülü bir atmosferde.Daracık Beyoğlu sokaklarının arasında,içinde bir dünya yaşatan küçük dar girişli o mekan.Kapıdan adım atar atmaz siyah-kırmızı ışıkları ,sakinliği ve barda bardakları temizleyen hoş görünümlü çalışanıyla fethetti beni.Oyunun başlamasına daha 1 saat vardı.Heyecandan ve Beyoğlu nun evime yakın sayılmasından erken gitmiştik. 'Gidip oturabilir miyiz?' diye sorduk. 'Tabii,fakat oyunun başlamasına yarım saat kala çıkmanız gerek' dedi sorduğumuz genç bilet satan çocuk.
Salona girdik..Aman Allahım! Yoktu böyle bir şey.Tam aşağıda gördüğünüz resmi oturduktan sonra çektim.
 
Muhteşemdi,nasıl anlatsam ki! Ve biz salona girdiğimizde resmin sol kenarında görünen açık kapağın altından sesler geliyordu.Oyuncular prova yapıyor olmalıydılar.Bu oyun beni neden böylesine büyüledi inanın bilmiyorum fakat bence herkes -tiyatroyu seven herkes- bence 1 kez izlemeli.Oyun başladığında nerede otursak diye sessizce dolandık hücrenin etrafında.Ve resmi çektiğimiz yerde oturmaya karar verdik,çok da iyi etmişiz.Gerçi oyuncular oyunu 4 bir yöne dönerek oynuyorlar fakat biz bir kaç resim çekip çıktıktan sonra,oyun saati yaklaştığında,kapıda,bu oyuna daha önce gitmiş bir grupla karşılaştık ve onlar oyunun en güzel oradan izleneceğini söylediler.Aslında bu oyun bence 4 bir yönden izlenmeli.Evet,abartıyorum gibi okunsa da ,inanın bu oyun 4 kez izlenmeyi hak ediyor.
 
Bu da bir diğer açıdan görünümü.İyi ki erken gidip biraz resim çekebilmişiz diyorum çünkü oyun bittiğinde sahne önünde bekleyen genç kadın buna izin vermezdi.Konusu da muhteşem tabii sadece sahne değil.Ellerim acıyana dek alkışladım.Serhat Teoman,Emre Erkan,Mert Öner ve Buğra Gülsoy..Nasıl bir performanstır Allah'ım! Aşmış bu çocuklar dedirten cinsten.Özellikle Emre Erkan ın bir erkek için cesur sayılabilecek rolü şaşkınlıkla izlettiriyor kendini,bu adamlar oynamıyor,yaşıyor! Sonu,herkes dört bir yana selam verdikten sonra gelecekmiş gibi gözüküyor fakat o an ışıklar sönüyor ve ışıklar açıldığında oyuncular oyuna kaldığı yerden ustalıkla devam ediyor.Aslında devam ettikleri söylenemez fakat daha fazla şey söylemek istemiyorum.Kasımda yeniden sahnede,garajistanbul da Pragma.Üstelik çok pahalı da değil.Çok uzun bir oyun da değil.Lütfen izleyin diyorum.İnanın 4 ay oldu ve ben hala aynı şevkle bahsediyorum.
Sevgiler.
 
 
 
 

21 Ağustos 2012 Salı

Merhaba Alpay Erdem.

Merhaba.
Sen Alpay Erdemsin,oymuşsun yani.
Yıllardır okurum köşeni,seve seve,Yıllardır sadece hiç bıkmadan köşene 'merhaba' diye başlamandan etkilenirdim.Fakat bu ay,yani içinde bulunduğumuz ağustos ayında senden sen olduğun için etkilendim.Sanırım temmuz gibi farkettim 2 teker 1 yer i.Fakat sen olduğunu bilmiyordum  o programın harika konuşan sunucusunun.Bayramın ilk günü yayınlanan bölümde sırtında Alpay Erdem yazan bir forma vardı.Nasıl yani? Dedim. Nasıl yani? Bu programı sunan adam Alpay Erdem miymiş? Yani benim köşesine bittiğim,bisikletine yandığım,özendiğim,takdir ettiğim Alpay Erdem?
Hemen internetten baktım 2 teker 1 yer in sunucusu kim diye.Oysaki twitterdaki biyografine bakmam yetermiş.
Ama ben senin bu kadar güzel,tane tane,etkileyici ,sakin ve daha bir sürü güzel sıfatla konuştuğunu bilmiyordum tabii.Okuduğum onca onca yıl boyunca.Zaten hep öyle olur ya.Genelde hayal ettiğinden farklı olur.Ama mesela bir Ersin Karabulut,bir Vedat Özdemiroğlu,bir Sezyum..Bunlar hep hayallerimin aynısıydılar.Sezyum Penguen de evet ama ben ayırt etmem Penguen-Uykusuz.Birini alırken diğerini de alırım mutlaka.O bakımdan.Neyse konu bu değil.
O şahane programın şahane sunucusunun sen olduğunu öğrendiğimde hemen kitaplarımın arasına koştum.2 Aralık 2010 tarihli Uykusuz u çekmişim içlerinden.Açtım o sayıdaki yazını.Zaten o kırmızı başlıklı köşene oldum olası bayılırım.Üstüne her köşene 'merhaba' diye başlaman ayrıca cezbeder beni.Ne güzel derim hep,okuyucusuna selam veriyor adam.Ben de hep köşene başlarken 'sana da merhaba' derim,senin merhabana karşılık.
Ve şöyle bir yazın vardı o sayıda:
'Benim tanıdığım bütün sanatçılar mütevazı.Evet,mütevazı.Mütevazi değil.Mütevazi,paralel demek.Onun doğrusu mütevazıdır.Ben diksiyon eğitimi aldım.Gülgun Feyman dan...' ve burada kayış koptu bende.İşte bu dedim.Bu adamın konuşması neden etkiledi beni ortaya çıktı şimdi.
Bilmiyorsun tabii,programını çok severek izliyorum evet ama bazen de sadece sesini dinliyordum konuşmanı falan.Öyle de entresan bir şey.Ne yalan söyleyeyim,senin Alpay Erdem olduğunu bilmeden 2.kez hayran olmuşum ben sana mütevazı insan! Ve sonra da bu yazıyı yazma gereği duydum.Bilmiyorum,belki bir deli cesaretiyle atarım sana.Oku isterdim.Yani en azından ben,benimle ilgili bir şey yazsalar okumak isterdim.
Ben de bisiklet aşığıyım bu arada.Lance Armstrong un kitaplarını hatim etmiş bir bisiklet aşığıyım.Bisikletime de aşığım.Dünyanın en zararsız insanları bisiklet sürenler bence,bence yani,istisna da olabilir.
Neyse.
Köşeni zaten hep severdim,severim,seveceğim.
Programın çok takdir edilesi.
Diyorum ya sesin de ilk duyduğum andan itibaren resmen büyüledi beni.
Gerçekten senin sen olduğunu bilmeden 2.kez hayran olmuşum sana.Ne enteresan.Bu yaşıma kadar 2.kez hayran olduğum yegane insansın,söylemeden geçemedim.
İyi adamsın sen Alpay Erdem.Bunu bil.
Umarım,dilerim,bir gün seninle bisiklet sürebiliriz.
Sevgilerimle.